Tasavvuf Bir Mezhep midir ve Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır?

Question

Tasavvuf bir mezhep değildir. Tasavvuf günümüzdeki ismiyle tarikat, Müslümanları şeriata, kur’ân ve sünnete sımsıkı sarılıp onu hakkıyla yaşamaya sevk eder. Tasavvuf ehli itikadî mezhep olarak Eş’arî ve Mâtürîdî ameli, mezhep olarak Şâfiî, Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleriyle amel ederler. Abdülkerîm el-Kuşeyrî (kuddise sirruh) ise tasavvufun Arapça bir kökten geldiğini gösteren bir delile rastlanmadığını, câmid bir lakap olmasının daha uygun görülebileceğini söyler.9 Ona göre Hazreti Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sohbetinde bulunanlara sahâbe, sahâbenin sohbetinde bulunanlara tâbiîn, onların sohbetinde bulunanlara tebeu’t-tâbiîn gibi unvanlar verilmiş, daha sonra dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riâyet edenlere “âbid” ve “zâhid”, zamanla ortaya çıkan bid’atlara karşı ehl-i sünnet seçkinlerinin her an Allah Teâlâ’nın manevi huzurunda olma ve gafletten sakınma gayretlerine, II. (VIII.) yüzyıldan itibaren tasavvuf denilmiştir.10 Öte yandan bir tevazu sembolü olan yün elbise giymeleri sebebiyle âbid ve zâhidlerin sûfî diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için sûf kelimesinden “tasavvefe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin masdarı olarak kullanıldığı ileri sürülmüş, bu görüş hem anlam hem dil bilgisi açısından uygun bulunduğu için genel kabul görmüştür. Tasavvuf yolunu benimseyenlere sûfî, ehl-i tasavvuf veya mutasavvıf adı verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) tasavvufun dünya ile ilgili şeylerde azla yetinme, kalbiyle Allah-u Teâlâ’ya dayanma, taat ve ibadete yönelme, dünyevî arzulara karşı sabretme, eline geçebilecek şeylerin yararlısını seçme, mâsivâdan uzaklaşıp Allah Teâlâ’nın rızasına dönme, Allah-u Teâlâ’yı içten zikretme, vesveseye karşı ihlâsı gerçekleştirme, şüpheye karşı yakîn elde etme, uzaklaşma ve yabancılaşmadan kurtulup Allah-u Teâlâ ile huzur bulma gibi konuları içerdiğini ve Hazreti İbrâhim (aleyhisselam)’ın cömertliği, Hazreti İshak (aleyhisselam)’ın rızası, Hazreti Eyyûb (aleyhisselam)’ın sabrı, Hazreti Zekeriyyâ (aleyhisselam)’ın işareti, Hazreti Yahyâ (aleyhisselam)’ın garipliği, Hazreti Mûsâ (aleyhisselam)’ın yün giymesi, Hazreti İsa (aleyhisselam)’ın seyahati ve Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in fakrı gibi hasletler üzerine kurulduğunu belirtmiştir11. Bazı sûfîler tasavvufun mahiyetini değişik mertebelere göre açıklamıştır. Buna göre ilim mertebesinde tasavvuf kalbin bulanıklıktan arındırılması, yaratıklara karşı güzel muamelede bulunmak ve şer’î meselelerde Hazreti Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e uymaktır; hakikat mertebesinde tasavvuf mülkün yokluğu, sıfatlara kölelikten kurtuluş ve yaratıcı ile yetinmektir. Hak diliyle ifade edilecek olursa tasavvuf Allah-u Teâlâ’nın insanları sıfatlarından arındırması, böylece onlara sûfî niteliğini kazandırmasıdır. Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) tasavvufu “kulun içinde ikamet ettiği bir sıfat ve vasıf” şeklinde tanımlamış, kendisine, “bu, kulun mu yoksa Hakk’ın mı sıfatıdır?” Diye sorulduğunda, “hakikatte Hakk’ın, görünüşte kulun vasfıdır” cevabını vermiştir.12 “Tasavvuf zahirde ve bâtında şeriatın edeplerini yerine getirmektir” tarifinde şeriatın edepleri “ilâhî ahlâk” olarak tanımlandığından,13 tasavvuf ilâhî ahlâkla ahlâklanmak şeklinde kabul edilmiştir. Âbid ve zâhidler, zühd ve fakrı tercih ederek Allah-u Teâlâ’ya çok şükreden bir kul olmak için gecenin bir bölümünü ibadetle geçiren Hazreti Resul-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)’i ve onun gibi yaşama gayreti içinde olan sahâbîleri örnek alıyor, bundan dolayı farzların yanı sıra nâfile ibadetleri de yerine getirmeye çalışıyorlardı. Kur’ân’da Allah-u Teâlâ’yı sevmek ve O’nun tarafından sevilmek için Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaatin şart koşulması14 mü’minlerin Allah-u Teâlâ’yı, Resulünü ve Allah-u Teâlâ’nın yolunda mücahedeyi her şeye tercih etmeleri konusunda uyarılması15 ve iyi bir mü’minin Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’i kendisinden daha çok sevmesi gerektiğine dair hadisler, ilk sûfîleri Hazreti Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e tam bir sevgiyle uyma hususunda derinden etkilemiş, bu sebeple onun yaşadığı mânevî ve ruhanî hayatı devam ettirmeyi birinci vazife olarak görmüşlerdir. Tasavvuf düşüncesi Allah-u Teâlâ’nın sevgisi (muhabbetullah) ve Allah-u Teâlâ’nın korkusu (mehâfetullah) temeline dayanmakta, Allah-u Teâlâ’nın korkusu aynı zamanda Allah-u Teâlâ’yı sevmekten kaynaklanan bir çekinme olduğu için bu iki kavram birbirini tamamlamaktadır. İslâm’a göre kullarla Allah-u Teâlâ arasında karşılıklı sevgi vardır; kullar Allah-u Teâlâ’yı sevdiği gibi Allah-u Teâlâ’da kulları sever. Âyetlerde ifade edildiği üzere Allah-u Teâlâ’nın kullarını sevmesini sağlayan tövbe, temizlik, sabır, takvâ, ihsan, adalet, tevekkül gibi özellikler tasavvuf ehli tarafından seyrüsülûk diye ifade edilen ve bir mürşid-i kâmil rehberliğinde uygulanan eğitim sürecinde özenle gerçekleştirilmeye çalışılır; bunun sonucunda kul ile Allah-u Teâlâ arasında mânevî bir ilişki meydana gelir. Kalbi mânevî hastalıklardan kurtarma ve nefsi kötü huylardan arındırmanın amaçlandığı bu eğitim sırasında, müritlerden farzlarla birlikte nafile ibadetleri de yapması, evrâd ve ezkârını kesinlikle ihmal etmemesi istenir. Nitekim bir kudsî hadiste, “kulum üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla bana manen yaklaşamaz. Kulum nafilelerle de bana manen yaklaşmaya devam eder, nihâyet ben onu severim. Ben onu sevince (inâyetimle) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum16” buyurulmuştur. Bu sebeple sûfîler, farzların yanı sıra nafile ibadetlerin sevgiyi ve manen Hakk’a yakınlığı daha ileri derecelere ulaştırdığını vurgulamışlardır. Tasavvufî eğitimin sonucunda kişinin iman açısından yakîn elde etmesi, amel açısından ubûdiyyet makamına yükselerek kulluk görevlerini ihsan mertebesinde îfâ etmesi hedeflenir. Öte yandan insanı maddeye ve nefsin arzularına yönelten makam ve mevki hırsı, mal sevgisi, şehvet ve şöhret gibi duygu ve isteklerle ilgili bağlar tamamen ortadan kaldırılmadıkça tam anlamıyla Allah Teâlâ’nın rızasına yönelip vuslata ermek mümkün görülmemiştir. Bu bağlamda tasavvuf: “her şeyden alâkayı kesip manen Allah Teâlâ ile olma” ve “Allah-u Teâlâ’nın sendeki seni öldürüp kendisiyle diri kılması” şeklinde tarif edilmiştir.17Tasavvufta Hazreti Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bazı sahâbîlere zikir telkin ettiğine inanılır. Bu zikir usullerinin sonraki nesiller tarafından devam ettirilmesiyle zikir silsileleri meydana gelmiş, bunlardan Hazreti Ali (radıyallahu anh) ve Hazreti Ebû Bekir’den (radıyallahu anh) gelenleri değişik kollarla günümüze kadar ulaşmıştır. Günümüzde Hazreti Ebubekir’den (radıyallahu anh) gelene Nakşibendi kolu Hazreti Ali’den (radiyallahu anh) gelene ise Kadirî kolu diye isimlendirilmiştir.

Din 504 days ago 0 Answer

admin

aşldmsakldksadsad

Answers ( 0 )

Leave a reply

Yorum yapmak için giriş yapınız.